Ondan, ‘balık oltası, çamurdan vazo ya da kesici taş aletler’ gibi bir cevap bekliyor.
Fakat Margaret çok beklenmedik bir cevap veriyor:
“Eski kültürlerde, medeniyetin ilk göstergesi, kırılıp da iyileşen kemiktir! Hayvanlar aleminde kemiğin kırılırsa, ölürsün. Kimse kemiği kaynayana kadar ayakta kalamaz. Kendini vahşi ortamda tehlikelerden koruyamaz, yiyecek için avlanamaz, nehre gidip su içemez. Kemiğin kırıksa, o iyileşemeden ölürsün... Halbuki ‘iyileşen kemik’ bize medeniyeti getirir. Demek birisi, kemik iyileşene kadar onu sarmış, senin yanında durup seni tehlikelerden korumuş, beslemiş ve su vermiştir. Kemiğin kaynayacağı kadar süre hayatta kaldıysan, birisi sana bakmış, seninle ilgilenmiştir.
Medeniyetin ilk göstergesi budur...”
Başkasına zamanından vermek...
Zor zamanlarda birbirimizin yanında olmak, destek olmak, birbirimiz için orada olmak medeniyet.
Başkaları için faydalı olabilmekle başlıyor her şey.
Sahnedeydim, şarkı söyleyip dans ediyordum.
Yo, rüya değil ama çocukluk hayali.
Herkes benimle şarkılarımı söylüyordu.
Günlük hayatın tozundan, sahnenin ışıltısına geçmiştim.
Bu geçişi yapabildiğimi fark ettiğimde, hayatın tozunun da daha dayanılır hale geldiğini gördüm.
Sahneye çıkanlar bilir, havası, suyu başka, bulutu, sesi, nefesi, hevesi başkadır.
Derken Teoman geldi sahneye.
Evet ne yapalım, ben çocukken her gece kibritçi kızı dinleyerek uyudum ve ekimin ortasında bir sabah erken doğdum. Ankara’nın serinliğine.
Doğduğu zamanların mevsimini içinde taşır mı acaba insan?
Yaz çocuğu diye bir şey var mı mesela...
Benden daha sıcak mıdır onların içi...
Kimse bilemez kimin içi kimden sıcak, kimin yanı yakın kiminki ırak... (İşte sonbaharda doğunca böyle kafiye seviyorsun.)
Aziz Arif’in Ninja’larının zaman kılıçları var. Dört tane.
Bir tanesi zamanda geri gidebiliyor, bir tanesi geleceğe gidebiliyor, bir tanesi durduruyor, bir tanesi de yavaşlatabiliyor.
Hepsinin savaşta ayrı ayrı avantajları varmış. Barışta peki?
Dedim ben sahnedeki Nil’i özledim. O kanatlı, ele avuca sığmaz kadını.
Bulabilir miyim onu yine sahne üzerinde?
Çıkar mı ortaya spotları görünce?
Alkışı duyunca, gece olunca ve davul bagetleri ‘son ki üç’ diye birbirine vurunca...
Gelir mi oynamaya, çıkar mı ortaya saklandığı yerden?
Belki de sabırla beklediği yerden demeliyim.
Bunları merak ederek tırmandım merdivenlerini sahnenin.
Portal gibi bir şeyden geçmem ve başka bir boyuta ışınlanmam gerektiğini hatırlıyorum. Duygusunu hatırlıyorum.
Biz, hayatta aradığımız şeylerin numarasını çeviriyoruz, orası çoğu zaman meşgul çalıyor.
Bazen cevap vermediği oluyor.
Sonra ısrarlıysak, mutlaka o telefon açılıyor ve sana “Merhaba, çağrı merkezimize ulaştınız, size nasıl yardımcı olabilirim” diyor.
Beş senedir bir şarkının peşindeyim.
Hayatımda ilk defa, bir başkasının bestesine söz yazdım. Seslendirme hevesindeydim.
Şarkının bestecisi dört kişiydi. İkisi izin vermedi. (Neden bilmiyorum.)
Yani çağrı merkezi çaldı çaldı, açılmadı bulutların üzerindeki telefon. Yıllar geçti.
Denizde kovaların kumu son kez akıtıldı.
İki top dondurmanın üçe çıktığı, çocukların uykusunun 12’lere uzadığı günler geride kaldı.
Plajda kayıp mayo üstünü beklerken, çay ikram eden Sena, “Bu sene son. Turizm sektöründe çalışmayacağım” dedi.
Aslında muay thai dövüş ustası olup da, sponsor bulamayan arkadaşı Ali de katıldı buna.
O da çalışmayacakmış bu sektörde.
Birkaç sene önce rubik küpü turnuvasında dünya birincisi olmuş. “Ah keşke yanımda olsaydı, öğretirdiniz” dedim.
Hani ülkeler kalemleri almışlar, kan akıtıp çizmişler.
Hani komşular çitleri almışlar, bahçenin etrafına sıra sıra dizmişler.
Öyle bir sınır.
Çocuğun olduğunda bunu daha sık düşünüyorsun.
Çünkü çocuk, sınırları çizilmemiş şekilde geliyor sana. Ne seni değiştirebiliyor ne de senin yaklaşımlarını.
Sen ona sınırlarını çizmeyi de öğretiyorsun.
Daha doğrusu bir şey öğretemiyorsun, kendin ona örnek olarak gösteriyorsun.
Kim demiş, nerede demiş, kime demiş, kitaptan mıymış, başkasının mıymış, neden denmiş hepsi karman çorman oldu.
Gördüğümüz ve okuduğumuz şeyler, hızlı bir trenin geçerken camdan belli belirsiz bize gösterdiği şekiller gibi oldu.
Neyse uzatmayayım, uzatmak da kabahat bu devirde...
Ben bu cümleyi bir yerde okudum ve hemen ‘evet’ dedim, aynen öyle: İnsan her gün bir saati sadece kendine ve canı ne istiyorsa ona ayırmalı...
Bunu okuduğum günden beri, dizi dizi dosyaları masasında bırakıp, öğle arasına sorgusuz sualsiz çıkan bir memur gibi, bir saatliğine kayıplara karışıyorum. İnsanlardan uzak, telefonu çoktan unutmuş halde, canımın ne istediğini dinliyorum.
Bu bir saat, kimsesizken, “Kendimleyken neye ihtiyacım var”, “Çıkıp dolaşayım mı”, “Kitap mı, spor mu”, “Oturup etrafı mı seyredeyim”, “Yazayım mı”, “Kaybolduysam kendimi nerede bulayım”la geçti.
Bu bir hafta bunu yaptım.
Her seferinde de eve dönerken bir top çikolatalı dondurma aldım.